Müzik dinlerken sizi rahatsız eden, geren ama bir sonraki notada çözüldüğünde derin bir haz veren sesler duydunuz mu? İşte bu gerilim ve rahatlama döngüsü, sadece müziğin değil, aynı zamanda hayatın da temel dinamiklerinden biridir. Peki ya bir müzik eseri 4 saat boyunca bu gerilimi hiç çözmeden devam etseydi ne hissederdiniz? Bu yazıda, Wagner’in “Tristan ve Isolde” operası üzerinden disonansın (uyumsuzluğun) ne anlama geldiğini ve bunun felsefi olarak hayatımızdaki bitmek bilmeyen arzularla nasıl birleştiğini keşfedeceğiz.
Wagner’in Çözülmeyen Operası: Tristan ve Isolde
Wagner’in bu dev eseri, içtikleri bir aşk iksiri yüzünden birbirine kavuşmaları imkansız olan Tristan ve Isolde’nin yasak aşkını anlatır. Ancak operayı dinlediğinizde hissettiğiniz şey romantik bir aşk değil, sürekli bir gerginlik, tedirginlik ve bir türlü ulaşılamayan bir çözülme beklentisidir.
Bunun sebebi, Wagner’in müzikal bir devrim yapmasıdır. Operanın hemen başında duyulan ve “Tristan Akoru” olarak bilinen akor, içinde disonans barındırır.
- Disonans Nedir? En basit tanımıyla, birlikte çalındığında kulağa “çatışmalı” veya “uyumsuz” gelen seslerdir. Müzikte genellikle bu gergin sesler, hemen ardından gelen uyumlu (konsonant) seslerle çözülerek dinleyiciyi rahatlatır.
- Wagner’in Yaptığı Nedir? Wagner, bu disonansı tam olarak çözmek yerine, onu başka bir gergin akora bağlar. Böylece dinleyici, 4 saat boyunca sürekli bir “neredeyse çözüldü ama olmadı” hissiyle baş başa kalır. Müzik, tıpkı aşıkların bir araya gelememesi gibi, bir türlü huzura kavuşamaz.
Opera, ancak en sonunda Tristan ve Isolde öldüğünde tam bir çözülmeye ulaşır. Bu anda müzik nihayet rahatlar ve geriye sadece ölümün getirdiği o mutlak sessizlik kalır.
Müziğin Arkasındaki Felsefe: Schopenhauer Etkisi
Wagner’in bu radikal müzikal yapıyı kurmasının arkasında büyük bir felsefi etki vardır: Filozof Arthur Schopenhauer. Wagner, Schopenhauer’un eserlerini okuduktan sonra hayatının anlamını bulduğunu düşünmüş ve tüm sanatını bu felsefe üzerine yeniden inşa etmiştir.
Peki, Schopenhauer ne diyordu?
- Hayatın Motoru: İstenç (Will): Schopenhauer’a göre, evreni yöneten kör ve doymak bilmez bir güç vardır: İstenç. Bu güç, bizim irademiz dışında sürekli olarak bizde yeni arzular yaratır. “Yemek ye, su iç, sevil, başarılı ol, yeni bir araba al, tatile çık…”
- Kaçınılmaz Tatminsizlik Döngüsü: Bir isteğimizi tatmin ettiğimiz an, hemen bir yenisi doğar. Bu yüzden hayat, sürekli bir arzulama, kısa bir tatmin ve ardından gelen yeni bir arzu döngüsünden ibarettir. Bu döngü, acı ve tatminsizlik getirir.
- Tek Kurtuluş: Hiçlik: Schopenhauer’a göre bu acı dolu döngüden tek çıkış yolu ölümdür. Çünkü ancak hiçlikte “isteme” eylemi durur ve mutlak huzura kavuşulur.
İşte Wagner’in operası, Schopenhauer felsefesinin müzikal bir yansımasıdır. Bitmek bilmeyen gerilim (disonans), doymak bilmeyen “istenci” temsil eder. Aşıkların bir türlü kavuşamaması, arzuların asla tam olarak tatmin edilememesidir. Ve operanın sonundaki nihai çözülme, sadece ölümle gelen “hiçlik” ve huzurdur.
Gerilimdeki Haz: Yaşamı Değerli Kılan Şey
Schopenhauer’un bu karamsar bakış açısına karşı konuşmacı bambaşka bir tez sunuyor: Belki de hayatı yaşamaya değer kılan şey, o nihai çözülme veya hiçlik değil, bizzat gerilimin kendisidir.
Bir düşünün:
- Bir roller coaster’a binerken aradığımız şey o heyecan ve gerilimdir.
- Zor bir matematik problemini çözerken aldığımız haz, o uğraş sürecindedir.
- Aşık olduğumuz birini uzaktan izlerken hissettiğimiz o tatlı heyecandır bizi canlı tutan.
Belki de asıl haz, hedefe varmakta değil, hedefe giden yolda yaşanan o gerilimde, o bekleyişte, o çabadadır. Tıpkı müzikte olduğu gibi, bizi en çok etkileyen şey sessizlik değil, sessizlikten önceki o büyülü gerilimdir.